Çıkış from Hayatın Sessizliğinde
Written in Turkish by Aslı Erdoğan
Yola çıkmak… Kuzeyden esen ilk güçlü rüzgâr, açık denizlerin özlemiyle doldurmuștur seni. Yarısı içilmiş sigarayı küllüğe bastırırsın. Kadehleri boşaltır, bunca yılın artıklarını çöpe atarsın. Alelacele paketlersin anıları, renklilerle beyazları, yașanmışla yaşanmamışı, mercan bir kolyenin kırmızısını katarsın çok eski bir günbatımınınkine, gecenin karasını dantellere sararsın. Fırlatıp atarsın cebindeki fazlalıkları, can çekişen balıklarla dolu ağları denize dökecersine… Bir anda vazgeçersin seni sen yapandan bunca nesneden yalnızlığını çevreleyen. En sonunda, gerçek bir savaşa gidercesine, cesur bir bakışla vedalaşırsın. Her şeyle ve aynadaki yüzünle…
Neden gittiğini bilmezsin. Gidersin yalnızca. Derin bir soluk alır, büyük, kocaman, görünmez kapıdan dışarı cıkarsın ve sanki dünya da seninle birlikte çıkar. Hiçbir şey çağirmamıştır seni ne bir ses ne de sessizlik. Dönüp bakarsın, sıcacık yatağında uyuyan bir bebek gibi arkanda bıraktığın mutsuzluğuna… Bir başlangıçtan diğerine, zamanda geriye kayar gider bakışın sanki o da sana bir daha dönmeyecektir. Ne çok şey öğrenmek ve unutmak, ne çok şey biriktirmek ve yitirmek zorunda kalmışsındır bu tek adımı atabilmek için. Üç, en fazla dört yaşındayken ayakkabılarını bağlamayı öğrenmişsindir annenden sözgelim bir adımı ötekinin önüne koymayı, beklemeyi, kadın olmayı, ölmeye, hazırlanan kediler gibi iz bırakmadan gitmeyi, silinmeyi… Tek bir dalın çiçeklenmesi için nasıl sabırla biriktirirse ağaçlar gün ışığını, yağmur damlalarını, binlerce tohumun sessiz patlayışını, öyle biriktirmişsindir bunca yılı, yaşantıyı, vedayı… Diğerlerinden farkı olmayan bu geceye çıkmak için. Ama hiçbir şey çağırmaz seni. Durduramaz da…
Gecenin tekinsiz yollarına, koyu kızıllığına açılırsın. Upuzun bir uykudan karanlığa, geciktiğin yazgına uyanmışsındır. Bakışlarını diktiğin ufuk hayali bir ufuktur, denizden esen rüzgar bütün gözyaşlarını kurutacak kadar serttir. Hızla çarpar geçmişin kapılarını ardın sıra. Tek başına yürürsün, dipdiri, hafiflemiş, kayan bir yıldız gibi. Her adımda hızlanarak, döküp saçarak eski sen’leri, resimleri, kabuk bağlamış yaraları, son ve boş cümleleri, “Sıkı dur” dersin yüregine, bu yabanci, yol yol, yuvarlak dünyasında insanların, “Sıkı dur!” Topukların kaldırımları çınlatır, fazlaca uzun, sessiz gölgen izler seni, taşın sertliği dizlerini acıtır. İnsanla toprak, toprakla gece arasındaki taș…
Orada, yokuşun başlangıcında durup soluklanırsın. Erguvan ağaçlarının, uykusuz kuzey göğünün altında… Ezbere bildiğin dünya haritasının başında durur gibi: Kan kırmızı sınır çizgileri, rengârenk ülkeler, hiçbir gerçek denizin olamayacaği lacivertlikte okyanus…
Gecenin soluğuyla dolup sonunda gerçek biçimine kavușmuş, sana geri verilmiștir dünya, hüzünle karışık ozgürlük renginde… Bütünüyle yabancı, bütünüyle harika, muhteşem! Billurumsu, yanıp söne, esrik edici, nemli gece. Işıltılı bir karanlıkla doldurur, küllükler gibi boșalttığın gözlerini, ölme isteğine çok benzeyen tehlikeli parıltılarla… Senin olsun istersin artık adımların, sırlar edinmek, öykülere girmek, mucizelere tanıklık etmek… Yalnızca bu kez, tek kereliğine seni beklemektedir hep kaçan, bu karanlık ele vermeyecektir seni, geceye akıp karışmak, taşlara meydan okumak istersin, örümcek ağlarından kurtulmuş bir sinek gibi yarım kanatlarını deneyerek, düșe kalka ışık vadileri boyunca gitmek…
Ve yürürsün, bomboş odalara açılan uzun koridorlara benzeyen sokaklarda, kımıldanan, yarı karanlık bedenler, belirsiz çağrılar, yabancı gölgeler arasında, hançerler gibi saplandıkları karanlığı daha da görünür kılan kent ışıklarının altında… İnsana dair bütün öykülerin çarpıp seke seke yalana dönüştüğü taşta… Hedefsiz, amaçsız, sınırsız, dünsüz ve yarınsız. Üzerine tam oturan bir giysi gibidir yalnızlığın. Duvarlar boyunca ilerlersin, çöplükler, kaldırımlar, bazen insanlara, bazen aralarındaki boşluğa dikerek gözlerini, kimi kez söze, kimi kez suskunluğa seslenerek… Artık karanlığa alışmış bakışın, bir yaprağı çekip çıkarır çamurların arasından, yavru bir kediyi kucaklar, korkuyla kamburlașmiş bir sırtı okșar, öne eğilmiş bir genç kız yüzünü tutup kaldırır gözleri karşısındakinin gözlerini bulsun ya da ufka ulaşsın diye. Sanki bir gardiyan teker teker kilitlemiștir bütün kapıları, bütün ışıkları söndürmüștür. Ama sen, dünyanin kapalı gözkapaklarında bunca yıl dolaşmıș, kapılara bagışıklık kazanmışsındır.
İște hayat, șimdiye değin kulağını dayayıp dinlemekle yetindiğin hayat önünde, bakıș çizginde, öylesine uzanmakta, beklemektedir. Ama ona hangi sözcüklerle sesleneceğini bilemezsin. Gelecekle ilgisi olmayan bir umutla dolarsin, öfkeden, karanlıklardan, bașkaldırmak ve yok olmak isteğinden doğmuş bir umut. Sert adımlı tek başınalığınla kafa tutarsın, nereden gelip nereye gittiğini bilen kalabaliklara… Birbirlerine değmeden, aynı yollarda yürüyüp aynı duraklarda bekler, her yerde, her şekilde mesafelere ișaret ederler, fazlaca bir bedel ödemeden sahiplendikleri geceyi yavașça kemirirler. Camların berisine geçer, çırılçıplak ışığa, görünmezin derinliğinden kaçabilmek için bulabildikleri her ışığa sığınmış insanların arasına karışırsın. Dünyanın en zorlu savaşlarını kazanmışçasına konuşur erkekler, kör avcılar gibi biteviye nişan alarak, çantalarına, bozuk paralarına, erkeklerine, onları sokağın tekinsiz gecesinden koruyan her şeye sımsıkı tutunur kadınlar… Ağız dolusu fırlatılmış sözcüklerden kulağına çarpanlarla beslenirsin, şehrin artıklarıyla beslenen martılar gibi. Floresanların altinda zikzaklar çizerek sırtında parlarlar kahkahlar. Seni layık bulmadıklarını hissettiğin mutsuzluğunun içinde, giderek görünmezleşir, bir bakışa dönüşene değin silinirsin.
Ve geri dönersin. Neden yola çıktığını bilmediğin gibi, neden döndüğünü de asla bilemeyeceksin. Hiçbir ses çağırmamıştır seni, ne de sessizlik. Durdurmamıştır da… Belki bir büyüteçle bakmışçasına, olduğu gibi görmüşsündür geceyi, kabarcıklarla, çatlaklarla dolu, pütür pütür… Senin değildir ki bu gece, hiç olmamıştır. Belki karanlığa dağılıp gitme korkusudur seni azat eden özgürlüğünden, ya da yoğunlaşıp pıhtılaşmak, gecenin gözbebekleri kadar kararmak korkusu. Ya da o tuhaf istektir, su yüzeyinde açan çiçekler gibi ansızın beliren… Durmak, orada bomboş sokaklarda, ıslak taşlara çöküp kalmak istersin. Omuz omuza oturmuş iki ihtiyarın yanına… Geceyle gündüz kadar farklıdırlar ama kardeş olduklarını sezersin. Biri hırpani kılıklı, iri yapılı, sert bakışlıdır; yüzü, karanlıkta ateş topları gibi parlayan gözleri dışında sakallarla kaplıdır. Sere serpe, sakınmasızca, neredeyse gururla kaldırıma uzattığı tek bacağının yanına bir çift koltuk değneği koymuştur. Digeri daha ufak tefek, ak saçlıdır, yeni tıraş olmuş, özenle giyinmiştir. Bir ermişinki kadar duru yüzünü eğmiş, ney üflemektedir, bakışlarını çaldısından ayırmadan… Tekdüze, yalın, buruk bir ezgidir çaldığı, yabanıl ama şaşırtıcı derecede insani, şaşırtıcı derecede öfkesiz. Gecenin ayazında kalakalırsın, yapayalnız bir çığlığı çizen, boğuk, buğulu ney sesine yakalanmış… Bütün sokakları yitirmişsindir, bütün yolları, kentleri, denizleri… Ne kadar çok yitirmişsindir kısacık hayatında, yitirmenin ya da sahip olmanın kendisini bile. Çantandaki son parayı eğilerek kutuya bırakırsın. Topal dilenci, ondan hiç beklemediğin çocuksu bir neşeyle, içtenlikle teşekkür eder. Diğeriyse ara vermez ezgisine. İhtiyar neyzene dogru biraz daha eğilir, kör olduğunu fark edersin. Belki de, elden ele geçerek eski çağlardan gelen bu tamamlanmamış ezgidir, sana gecenin anlamını öğreten…
Aniden saplanan bir sancı kadar şiddetlidir duyduğun özlem. En suskun anında bile diğer sesleri unutturan çağrısı gibi tenin… Giderek hızlanır, parmak uçlarında kayarcasına, sessiz adımlarla geri dönersin. Gecenin nemine bulanmış saçlarını okşayacak bir eli özlemişsindir, içine üflenen soluğu, seni ısıtan, dirilten, kendin yapan soluğu, bakışını yerden kaldırıp ufka tamamlayan bir başka bakışı özlemişsindir. İçinden geçtiğin bütün yollara bir ufuk çizebilecek o tek bakışı… Yeterince bakmışsındır karanlığa, hayali bir ufuğun ötesinde yokluktan başka bir şey olmadığını görecek kadar. Belki de yalnızca yorulmuş, üşümüşsündür. Kentin kokusunun sindiği ceketini çıkarmak, bedeninin biçimini tanıyan koltuğa uzanmak, çayını yudumlamak istersin. Ve anlatmak… Göz alıcı ya da tüyler ürpertici hiçbir şey olmamıştır yolcuğulunda, ne bir mucizeye ne de bir cinayete tanıklık etmişsindir, ama gene de içinden çıkıp geldiğin geceyi anlatmak, anlatarak kendinin kılmak istersin. Cebinden çamurlu bir yaprak va da kedi yavrusu çıkarıp gösterir gibi… Taşlara dağılan sesleri, anları, göruntüleri toparlamak, anılara, öykülere, bir yaşamöyküsüne dönüştürmek…
Artık yeterince yitirmişsindir, tek bir adımın bile yalnızca sana ait olmadığını görecek kadar, hiçbir iz bırakmadığını gecenin granit yüzünde, yalnızca bir başka bedenin yollarında geleceğe doğru yürüyebildiğini… Artık yeterince cesaretin vardir, o ele ve bedene bir isim vererek kadar… Ancak o isim birleştirebilir neyin boğuk sesiyle ölümsüz ezgisini, ağaçların öyküsüyle insanlarınkini, yeni açmış erguvanların kokusuyla uykusuz kuzey göğünü, bir körün gecesiyle seninkini… Floresan ışıklarının altında toplaşmış kadınlarla erkeklerin bakışlarını birleştirdiği gibi. Bir çapayı çekip çıkarır yüreğinden, sözcüklerle kahkahalarırn parlak lacivert denizine salar seni. Kendi açtıgı yarayı iyileştıren el kilitlediği kapıyı açan anahtar gibi, labirentlerinde dolaştırdığı karanlıktan kurtarır seni, insanların gerçek gecesinden, orada, ıslak kaldırımlarda, sonsuza dek yakalandığın ezginin asıl çağrısından… Kapının önünde, elinde deniz kabuğu biçimli anahtarlığınla durursun. Gecenin soğuğunu içine çeker, yarım kalan bu soluğu tamamlamak için içeri girersin. Aynadaki yüzün karşılar seni, beyaz gecelere benzeyen yüzün…
Gitmiştir. Sonuna dek içilmemiş sigarasını küllüğe bastırmış, ceketini, kaşkolunu, alelacele toplanmış çantasını kapıp gündoğumundan çok önce gitmiştir. Buruşturulmuş bir sigara paketi, oda sıcaklığında boş bir kadeh, kapıya bantlanmış veda cümleleri… Buz kütleleri gibi varlığını saran, bellekte çözülüp gerçek anlamlarına kavuşması yıllar alacak son ve boş cümleler… Tek bir ipliğin sökülmesiyle nasıl sökülürse bir kazak, öyle sökülür hayatın. Orada, seni alıkoymayan sokakla evin arasında, boş bir kabuk gibi büzüşüp kalırsın. Ve sanırsın ki, yıllar sonra dönse bile, seni tam burada, bıraktığı yerde, küçüçük, aşılmaz, dönüşsüz eşikte bulacaktır. Yarıda kesilen bir cümlenin son virgülü gibi,
Published July 25, 2022
© Aslı Erdoğan 2009
Exit from Requiem for a Lost City
Written in Turkish by Aslı Erdoğan
Translated into English by Lucie Bourges
Stepping out… The first gust of Northern wind fills you with nostalgia for the high seas. You crush your half-smoked cigarette in the ashtray. You empty the glasses, throw into the trash the old leftovers piling up. You quickly pack up your memories, the white and the colored ones, those that were lived with those that could not be, to a very ancient twilight you add the red from a coral necklace, you embellish lace with black night. You empty your pockets, throw out the surplus, as one would pour back into the sea fishing nets laden with agonizing fish… In a split second you give up what made you who you are, those objects circumscribing your solitude. Finally, with a brave look, as if setting out to war, you take leave of everything, of your face in the mirror…
You don’t know where to go. You leave, that’s all. You take a deep breath, you exit through the enormous and invisible main door, and the world seems to exit with you. Nothing calls to you, neither a voice nor silence. You turn around and throw another glance on this misfortune you are leaving behind like a baby sleeping on a warm bed… Your eye glides along time, from one beginning to the next and it is as if it never seemed to return to you. In order to succeed in taking this step forward, you must not learn too much, nor forget too much, not accumulate unduly nor lose too much either. From your mother you learned at age three or four at the most, to tie your shoelaces or, for instance, to walk, to be patient, to be a woman, to fade into the background and like cats preparing to die, to leave without a trace behind you…With as much patience as trees need in order for even a single of their branches to blossom, accumulating the days, the raindrops, the buds exploding in silence, you accumulated the years, the experiences, the goodbyes… In order to step out into the night, unnoticed. But nothing calls to you. Nothing stops you either…
You open yourself to the fateful paths of night, to its obscure reddish glow. Out of a long well, you awake to the darkness, to this fate, accession to which you put off for so long. The horizon in which your eye plunges is imaginary and the wind blowing in from the sea is so violent that it dries your tears. Loudly it slams shut all the doors of the past behind you. You walk alone, as brief and vivid as the light of a shooting star. Accelerating with each step, you scatter your old skins to the four winds, old images, scab-encrusted wounds, final and empty sentences, and sending exhortations to your heart “hang on!”, to move forward in this hostile, circular, squared world that is the human sphere, “hang on!”, as your heels resonate on the sidewalk, and your shadow trails you, very long and silent, the hardness of the sidewalk tearing into your knees. Pavement caught between man and earth, between earth and night…
You stop there, near the rise, you breathe. Under the Judas trees, under the sleepless Northern sky…As if frozen before the world map you know by heart: blood red traces of frontiers, multicolored countries, oceans of a blue in which no sea has ever been arrayed…
Vibrating with the breath of the night, the world retrieves its true form, at last it is given back to you, in its color of freedom and languidness combined…Perfectly foreign, perfectly wonderful, superb! Humid night, crystal-clear, sparkling, intoxicating. It fills your eyes, those eyes you emptied as you would an ashtray, with a scintillating darkness, dangerous sparkles that resemble the yearning to die… From now on, you want your footsteps to belong to you, to confide secrets to you, to lead you into adventures, to reveal miracles to you… For once, for one and only time, that what has always fled await you, that darkness take you by the hand. You want to melt into the night, challenge the pavement, the stone, and attempting to open what is left of your wings, like a fly freeing itself from a spider’s web, to pace up and down the valleys of light, even if it means falling at times…
And you walk, you walk in these streets that resemble long corridors leading to empty rooms, you walk among bodies moving in the half-light, cries from indistinct sources, foreign shadows, you walk beneath the city lights like daggers revealing the darkness in which they plunge their shafts… On the pavement, all the human stories turn into lies from all their rebounds and ricochets… You walk aimlessly, with no thoughts, no limits, with no yesterday or tomorrow. Your solitude is like a garment that suits you wonderfully. You move forward close to the walls, garbage cans, sidewalks, one eye sometimes on the men, sometimes on the emptiness separating them, and sometimes you talk, and sometimes you are silent…Your eyes have become accustomed to the darkness, they pull a leaf out of a pile of mud, they embrace a kitten, caress a back hunched in fear, lift the downward cast of a young girl’s head so that her gaze can encounter another or else look out toward the horizon. A night watchman has apparently locked all the doors, one after the other, extinguished all the lights. But doors are powerless against you, you who have travelled so long under the closed eyelids of the world, you have freed yourself from them.
And life which, until then, you had been satisfied auscultating by lending an ear, here you are looking at it squarely, as it spreads and waits. But you are still ignorant of the words by which to call it. You are filled with a hope that is not of the future, with a hope composed of anger, darkness, of a desire to rebel and of nothingness. With its confident gait, your solitude is a challenge to the crowd of men, they who know where they come from and where they are going…They walk side by side without touching one another, follow the same itineraries, stop in the same places, mark distances, everywhere and with the same means, and slowly vanish into this night they possess at a good price. You walk alongside shop windows, mix with those who, sheltered under their crude light, are caught in the orb of each of these lamps they have invented in order to escape from this bottomless well of the invisible. The men speak like victors, as if they had won the most complex of wars in the world, their finger on the trigger, night and day, like blind huntsmen, and the women cling to their handbags, to their change, to their men, to everything that protects them for the gloomy darkness of the streets… You revel over these bits of words that full mouths spit into your ears, the way seagulls feed on the city’s garbage. Laughter breaks out behind you, rockets toward you, zigzaging under the neon lights. Despairing that they may not consider you worthy of them, you leave, erasing yourself, invisible until you are no longer anything but a glance.
And you turn back. Why, you will never know, just as you never knew why you had stepped out. No voice called you, nor any silence. Nothing stopped you either… Perhaps you saw the night for what it was, as under a magnifying glass, full of blisters, wounds and pustules… This night does not belong to you, it never did. Perhaps it is the fear of getting lost in the darkness that now liberates you from your own freedom, or else the fear of remaining congealed in it, of becoming as black as the eyes of night. Or yet again, this strange desire, suddenly appeared like a flower blooming on the waters’ surface… You would like to stay there, in the streets, slumped on the wet pavement. Next to two old men sitting side by side… They do not resemble one another, no more than the night resembles the day, and yet, you sense those two are brothers. One is dishevelled, sturdy, with hard eyes; his face completely covered by a beard, except for his eyes shining in the shadow like two balls of fire. Next to his only leg completely stretched out on the sidewalk, he has unashamedly placed a pair of crutches, as if proudly. The other, punier, has white hair, and is freshly shaven and dressed with care. His face as motionless as that of a saint, is tilted forward, over a wooden flute on which he plays without taking his eyes off it… The tune he plays is monotonous, a pure, harsh, wild melody but terribly human also, strangely devoid of anger. You stay there, immobile and frozen in the biting cold of the night, absorbed by the dark and airy voice of the flute, its huge cry of solitude… You seem to have lost all the streets, all the roads, the towns, the seas… You seem to have already lost so much, during this short life that is yours, even losing count of what you have lost, of what you own. You bend down to put what is left of your money in the cardboard cup on the sidewalk. As soon as you do, the lame beggar, with unexpected enthusiasm, thanks you from the bottom of his heart. The other one continues to play. He tilts his head above his flute, and you guess that he is blind. So it is maybe this unfinished air constantly repeated, transmitted from mouth to mouth from the depths of the ages, that will teach you the meaning of this night…
The sudden nostalgia you experience is brutal, violent, like a stomach cramp. Like a cry in the flesh, and instantly, it drowns out all the rest. You walk faster, head back soundlessly, as if gliding on the tip of your feet. You miss the hand that would caress your hair moistened by the night, you regret the mouth that would blow on it, the breath that would warm you, bring you back to life, bring you back to yourself, you miss a look that would raise your own to open a horizon for it. A single look to weave a horizon out of all the roads travelled… You have sufficiently contemplated the shadow, enough to know that beyond the dreamed horizon, there is nothing but the void. Perhaps you are tired, that is all, perhaps you are cold. You want to empty these pockets permeated with the smell of the city, you want to lie down in an armchair used to the shape of your body, you want to drink tea in small sips. And tell… And yet, nothing spectacular, nothing frightening in your journey, not a single miracle, not a single crime, yet you want to tell about this night from which you are slowly pulling yourself away, and in telling about it, feel that you exist. That out of your pockets there should emerge a muddy leaf, a kitten… Bringing together the noises, the visions, the moments collected on the pavement and turning them into memories, tales, a life story…
You have now lost yourself enough to know that your steps, even a single one of them, do not belong to you, that they will not leave the slightest trace on the night’s granite face, that all you can do is follow into the future the steps of another body… You now have enough courage to name this hand and this body… To give them a name, the only name capable of uniting the dark voice of the flute with its immortal complaint, the story of the trees with that of men, the perfume of the blooming Judas trees with the sleepless Northern sky, a blind man’s night with your own… Just as the men and women assembled under the neon lights united through a look. An anchor has lifted from your heart, words launch you on to the sea, the scintillating blue sea of laughter. A hand heals the wound you inflicted upon yourself, and like a key opening all the doors, frees you from the dark labyrinth in which you roamed, saves you from the real night of men, over there, on the wet sidewalks, tears you away from the cry of this complaint by which you are forever grabbed… You are in front of the door, your shell-shaped keyring in hand. You breathe in the cold night air and, before finishing this half-accomplished breath, you enter. Your face awaits you in the mirror, a face that resembles white nights…
She has left. She crushed her half-smoked cigarette in the ashtray, she quickly gathered together her shawl, her wallet, closed her handbag and long before sunrise, she left. A crushed pack of cigarettes, an empty glass in the warm room, a word of goodbye taped to the door… A few empty and final sentences that compress your being as in a block of ice, that will require years before, erased from memory, they will finally reveal their true meaning…All it takes is one thread of wool for the entire sweater to unravel; and so does your life unravel itself. You stand there, wrinkled and shriveled up like the skin of an emptied fruit, in the interval between your home and the street that cannot stop you. And you tell yourself that if someone were to come back here some day, even many years from now, he would find you there, exactly there where you were left, on this tiny threshold, uncrossable and with no return. Like a comma in the middle of an incomplete sentence,
Published July 25, 2022
© Aslı Erdoğan 2009
© Lucie Bourges 2022
Sortie from Requiem pour une ville perdu
Written in Turkish by Aslı Erdoğan
Translated into French Julien Lapeyre de Cabanes
Sortir… La première bourrasque de vent du nord t’emplit de la nostalgie du grand large. Tu écrases ta cigarette à moitié fumée dans le cendrier. Tu vides les verres, jettes à la poubelle de vieux restes qui s’entassaient là. À la hâte tu empaquettes tes souvenirs, en blancs et en couleurs, ceux vécus avec ceux qui ne purent l’être, à un très ancien crépuscule tu ajoutes le rouge d’un collier de corail, tu ornes de nuit noire les dentelles. Tu vides tes poches, jettes ce qui est en trop, comme on reverserait dans la mer des filets lourds de poissons qui agonisent… En un instant tu renonces à ce qui t’a faite telle que tu es, à ces objets qui circonscrivent ta solitude. Enfin, d’un regard courageux, comme en partance pour une guerre, tu fais tes adieux. À toute chose, à ton visage dans le miroir…
Tu ne sais où aller. Tu vas, c’est tout. Tu prends une longue respiration, tu sors par une grande porte, énorme et invisible, et le monde semble sortir avec toi. Rien ne t’appelle, ni aucune voix, ni le silence. Tu te retournes et jettes encore un oeil au malheur que tu laisses derrière toi tel un bébé dormant sur un lit chaud… Ton regard glisse le long du temps, d’un commencement à l’autre, et c’est comme si lui-même semblait ne jamais plus te revenir. Il te faut, pour réussir ce pas en avant, ni trop apprendre, ni trop oublier, ni trop accumuler, ni trop perdre non plus. De ta mère tu avais appris, à trois ans ou quatre tout au plus, à faire tes lacets, ou par exemple à marcher, à être patiente, à être une femme, à t’effacer, et comme les chats qui s’apprêtent à mourir, à t’en aller sans laisser de traces… Avec autant de patience qu’il en faut aux arbres pour que fleurisse ne serait-ce qu’un seul de leurs rameaux, accumulant les jours, les gouttes de pluie, les bourgeons qui éclatent en silence, tu as accumulé les années, les expériences, les adieux… Pour pouvoir sortir dans la nuit sans être remarquée. Mais rien ne t’appelle. Rien ne t’arrête non plus…
Tu t’ouvres aux funestes sentiers de la nuit, à ses obscurs rougeoiements. Hors d’un long puits tu t’éveilles aux ténèbres, à ce destin dont tu as tant retardé l’avènement. L’horizon où plonge ton regard est imaginaire, et le vent qui souffle de la mer, si violent qu’il sèche toutes tes larmes. Il fait claquer à toute volée les portes du passé derrière toi. Tu marches seule, vive, légère telle une étoile filante. Accélérant à chaque pas, tu sèmes aux quatre vents tes anciennes peaux, vieilles images, blessures couvertes de croûtes, phrases définitives et vides, et exhortant ton coeur, “accroche-toi !”, à avancer dans ce monde hostile, circulaire, quadrillé, qui est le monde humain, “accroche-toi !”, et tes talons résonnent sur le trottoir, et ton ombre te suit, très longue et silencieuse, la dureté du pavé te déchire les genoux. Pavé pris entre l’homme et la terre, entre la terre et la nuit…
Tu t’arrêtes là, au seuil de la montée, tu respires. Sous les arbres de Judée, sous l’insomniaque ciel du nord… Comme figée devant la carte d’un monde que tu sais par coeur : tracés rouge sang des frontières, pays bariolés, océan d’un bleu dont nulle mer ne fut jamais parée…
Vibrant du souffle de la nuit, le monde recouvre sa forme véritable, enfin il t’est rendu, dans sa couleur de liberté et de langueur mêlée… Parfaitement étranger, parfaitement merveilleux, superbe ! Humide nuit, cristalline, étincelante, enivrante. Tes yeux, ces yeux que tu as vidés comme on vide un cendrier, elle les emplit d’une obscurité scintillante, de dangereux scintillements qui ressemblent au désir de mourir… Tu veux désormais que tes pas t’appartiennent, qu’ils te confient des secrets, t’entraînent dans des aventures, te révèlent des miracles… Que pour une fois, une seule et unique fois, t’attende ce qui toujours s’enfuit, que l’obscurité te prenne par la main. Tu veux te fondre dans la nuit, défier le pavé, la pierre, et essayant d’ouvrir ce qu’il te reste d’ailes, comme une mouche se libérant d’une toile d’araignée, arpenter tout du long, quitte à chuter parfois, les vallées de lumière…
Et tu marches, tu marches dans ces rues qui ressemblent à de longs couloirs donnant sur des pièces vides, tu marches parmi les corps remuant dans la pénombre, les cris à la provenance incertaine, les ombres étrangères, tu marches sous les lumières de la ville qui, tels des poignards, révèlent l’obscurité où leurs faisceaux se plantent… Sur le pavé où toutes les histoires humaines, à force de rebondir et ricocher, deviennent des mensonges… Tu marches sans but, sans idées, sans limites, sans veille ni lendemain. Ta solitude est comme un vêtement qui te sied à ravir. Tu avances le long des murs, poubelles, trottoirs, l’oeil tantôt sur les hommes, tantôt sur le vide qui les sépare, et tu parles parfois, et parfois tu te tais… Ton regard à présent s’est fait à l’obscurité, il arrache une feuille hors d’un tas de boue, il embrasse un chaton, caresse un dos bossu par la peur, relève la tête baissée d’une jeune fille afin que son regard en rencontre un autre ou bien se porte à l’horizon. Un gardien, semble-t-il, a verrouillé toutes les portes une à une, éteint toutes les lumières. Mais contre toi, toi qui as si longtemps voyagé sous les paupières closes du monde, les portes ne peuvent rien, tu t’en es affranchie.
Et la vie, que jusqu’à ce jour tu t’étais contentée d’ausculter en tendant l’oreille, voici que tu la regardes en face, qui s’étend, attend. Mais tu ignores encore par quels mots l’appeler. Tu es pleine d’un espoir qui n’est pas d’avenir, d’une espérance faite de colère, d’obscurité, d’un désir de révolte et de néant. Ta solitude à la démarche assurée est un défi lancé à la foule des hommes, eux qui savent d’où ils viennent et vers où ils s’en vont… Ils marchent côte à côte sans se toucher, empruntent les mêmes routes, s’arrêtent aux mêmes endroits, marquent les distances, partout et par tous les moyens, et lentement se fondent dans cette nuit qu’ils possèdent à bon prix. Tu longes des vitrines, te mêles à ceux qui, réfugiés sous leurs lumières crues, sont pris dans l’orbe de chacune de ces lampes qu’ils ont inventées pour échapper au puits sans fond de l’invisible. Les hommes parlent en vainqueurs, comme s’ils avaient gagné les plus complexes guerres du monde, la main jour et nuit sur la gâchette tels des chasseurs aveugles, et les femmes s’accrochent à leurs sacs, à leurs pièces de monnaie, à leurs hommes, à tout ce qui les protège de la noirceur lugubre des rues… Tu te repais de ces débris de mots que les bouches pleines crachent à tes oreilles, comme les mouettes se repaissent des déchets de la ville. Des rires éclatent dans ton dos, fusent jusqu’à toi en zigzaguant sous les néons. Alors, désespérée qu’ils ne te jugent pas digne d’eux, tu pars en t’effaçant, invisible, jusqu’à n’être plus qu’un regard.
Et tu rebrousses chemin. Pourquoi, tu n’en sauras jamais rien, ainsi que tu n’as jamais su pourquoi tu étais sortie. Aucune voix ne t’a appelée, ni le silence. Rien ne t’a arrêtée non plus… Peut-être auras-tu vu la nuit telle qu’elle était, comme sous une loupe, pleine d’ampoules, de plaies et de pustules… Cette nuit n’est pas à toi, elle ne l’a jamais été. Peut-être est-ce la peur d’aller te perdre dans l’obscurité qui maintenant t’affranchit de ta propre liberté, ou bien celle d’y rester coagulée, de devenir aussi noire que les yeux de la nuit. Ou encore ce désir étrange, soudainement apparu, ainsi qu’une fleur éclose à la surface des eaux… Tu voudrais rester là, dans les rues, effondrée sur les pavés mouillés. Auprès de deux vieillards assis côte à côte… Ils ne se ressemblent pas, aussi peu que la nuit ressemble au jour, et cependant tu sens que ce sont là deux frères. L’un est débraillé, costaud, le regard dur ; le visage entièrement recouvert de barbe, hormis ses yeux, qui luisent dans l’ombre comme deux boules de feu. À côté de son unique jambe, de tout son long sur le trottoir étalée, sans pudeur et comme avec fierté, il a posé une paire de béquilles. L’autre, plus chétif, a les cheveux blancs, il est rasé de frais, habillé avec soin. Son visage, immobile comme celui d’un saint, est penché vers l’avant, au-dessus d’une flûte de bois de laquelle il joue sans en détacher les yeux… L’air qu’il joue est monotone, une mélodie pure, âpre, sauvage, mais terriblement humaine aussi, étonnamment dépourvue de colère. Tu restes là, immobile et figée dans le froid mordant de la nuit, absorbée par la voix sombre et vaporeuse de la flûte, son cri d’immense solitude… Tu sembles avoir égaré toutes les rues, toutes les routes, les villes, les mers… Tu sembles avoir déjà tant perdu, au fil de cette courte vie qui est la tienne, jusqu’au décompte même de ce que tu as perdu, de ce que tu possèdes. Tu te penches pour déposer ce qu’il te reste d’argent dans le gobelet en carton sur le trottoir. Aussitôt le mendiant éclopé, avec un enthousiasme que tu n’attendais pas, te remercie du fond du coeur. L’autre continue de jouer. Il incline la tête au-dessus de sa flûte, alors tu devines qu’il est aveugle. Aussi est-ce peut-être cet air inachevé et sans cesse repris, transmis de bouche en bouche depuis le fond des âges, qui t’enseignera le sens de cette nuit…
La nostalgie que tu éprouves soudain est brutale, violente, pareille à une crampe au ventre. C’est comme un cri dans la chair, et en l’espace d’un seul instant il assourdit tout le reste. Tu accélères, rebrousses chemin sans faire de bruit, comme glissant sur la pointe des pieds. Tu regrettes la main qui caresserait tes cheveux mouillés de nuit, tu regrettes la bouche qui soufflerait dessus, le souffle qui te réchaufferait, te ranimerait, te ferait être toi, tu regrettes un regard qui relèverait le tien pour lui ouvrir un horizon. Un seul regard pour tisser un horizon de toutes les routes arpentées… L’ombre, tu l’as assez contemplée, suffisamment pour savoir qu’au-delà de l’horizon rêvé, il n’y a rien que le néant. Peut-être que tu es fatiguée, voilà tout, que tu as froid. Tu veux vider ces poches tout imprégnées de l’odeur de la ville, tu veux t’étendre sur un fauteuil habitué aux formes de ton corps, tu veux boire du thé à petites gorgées. Et raconter… Rien de spectaculaire pourtant, ni d’effrayant, dans ton voyage, pas un seul miracle, pas le moindre crime, mais tu tiens quand même à raconter cette nuit à laquelle peu à peu tu t’arraches, et en la racontant, sentir que tu existes. Que de tes poches sorte une feuille boueuse, un chaton… Rassembler les bruits, les visions, les instants cueillis sur le pavé, et en faire des souvenirs, des histoires, le récit d’une vie…
Tu t’es assez perdue, à présent, suffisamment pour savoir que tes pas, même un seul d’entre eux, ne t’appartiennent pas, qu’ils ne laisseront pas la moindre trace sur la face de granit de la nuit, que tout ce que tu peux faire, c’est suivre vers l’avenir les pas d’un autre corps… Tu as assez de courage, à présent, suffisamment pour nommer cette main et ce corps… Leur donner un nom, un seul nom capable d’unir la sombre voix de la flûte à son immortelle complainte, l’histoire des arbres à celle des hommes, le parfum des arbres de Judée en fleur à l’insomniaque ciel du nord, la nuit d’un aveugle à la tienne… Comme les hommes et les femmes, sous les néons rassemblés, s’unissaient par le regard. Dans ton coeur une ancre s’est levée, les mots te lancent sur la mer, la mer bleue scintillante des rires. Une main guérit la blessure que tu t’es infligée, et telle une clef ouvrant toutes les portes, te libère du sombre labyrinthe où tu errais, te sauve de la véritable nuit des hommes, làbas, sur les trottoirs mouillés, t’arrache au cri de cette complainte dont tu restes à jamais saisie… Tu es face à la porte, ton porte-clefs en coquillage dans la main. Tu inspires l’air froid de la nuit, et avant d’achever cette respiration à moitié accomplie, tu entres. Dans le miroir ton visage t’attend, un visage qui ressemble aux nuits blanches…
Elle est partie. Elle a écrasé sa cigarette à moitié fumée dans le cendrier, elle a ramassé à la hâte son châle, son portefeuille, fermé son sac et bien avant le lever du jour, elle est partie. Un paquet de cigarettes chiffonné, dans la pièce chauffée un verre vide, un mot d’adieu scotché sur la porte… Quelques phrases creuses et définitives, qui compriment ton être comme dans un bloc de glace, auxquelles il faudra des années avant qu’effacées de la mémoire, elles prennent enfin leur véritable sens… Il suffit d’un fil de laine pour que tout le pull se défasse ; ainsi ta vie se défait-elle. Tu te tiens là, fripée et racornie comme l’écorce d’un fruit évidé, dans l’intervalle entre chez toi et la rue qui ne peut t’arrêter. Et tu te dis que si quelqu’un revenait ici un jour, même après des années, il te trouverait là, exactement là où l’on t’avait laissée, sur ce minuscule seuil, infranchissable et sans retour. Comme une virgule au milieu d’une phrase incomplète,
Published July 25, 2022
© Aslı Erdoğan 2009
© Actes Sud 2020
Uscita from Hayatın Sessizliğinde
Written in Turkish by Aslı Erdoğan
Translated into Italian by Giulia Ansaldo
Mettersi in viaggio… il primo vento forte che spira da nord ti ha riempito di nostalgia per i mari aperti. Spegni nel posacenere la sigaretta fumata a metà. Svuoti i bicchieri, getti nella spazzatura gli avanzi di tanti anni. Alla svelta impacchetti i ricordi, colorati e bianchi, il vissuto con il non potuto vivere, sovrapponi il rosso di una collana di corallo a quello di un vecchio tramonto, avvolgi in merletti il buio della notte. Butti via le cose di troppo nella tasca, come a svuotare in mare le reti colme di pesci moribondi… D’un tratto rinunci a ciò che ti rende quella che sei, a così tanti oggetti che circondano la tua solitudine. Alla fine, come se partissi per una vera guerra, dici addio con sguardo coraggioso. Ad ogni cosa e al tuo volto allo specchio…
Non sai perché te ne stia andando. Soltanto vai. Prendi un profondo respiro, esci dalla grande, enorme, invisibile porta e sembra che il mondo intero esca con te. Niente ti ha chiamato, né una voce, né il silenzio. Ti volti a guardare l’infelicità che ti sei lasciata alle spalle, come un neonato che dorme nel suo letto caldo… Il tuo sguardo scivola all’indietro nel tempo, da un inizio all’altro, sembra che anche quello non tornerà più a te. Chissà quante cose sei stata costretta a imparare e dimenticare, quanto cose da accumulare e smarrire per compiere questo solo passo. A tre, forse quattro anni hai imparato da tua madre ad allacciarti le scarpe ad esempio, a mettere un passo dopo l’altro, ad aspettare, diventare donna, andartene senza lasciare traccia come i gatti che si preparano a morire, cancellarsi… Così come gli alberi accumulano pazientemente la luce del giorno, le gocce di pioggia, lo scoppio silenzioso di migliaia di semi per vedere fiorire un solo ramo, allo stesso modo tu hai accumulato così tanti anni, esperienze, addii… Per uscire in questa notte non diversa dalle altre. Ma niente ti chiama. Né ti ferma…
Ti inoltri nelle vie desolate della notte, nel suo denso rossore. Dopo un lunghissimo sonno ti sei svegliata nel buio, nel tuo destino sempre rimandato. L’orizzonte su cui punti lo sguardo è un orizzonte immaginario, il vento che soffia dal mare tanto sferzante da asciugarti tutte le lacrime. Sbatte veloce tutte le porte del tuo passato, una dopo l’altra. Cammini sola, energica, alleggerita, come una stella cadente. Accelerando ad ogni passo, spargi via i tuoi vecchi te, immagini, ferite che hanno fatto la crosta, le ultime e vuote frasi e dici al tuo cuore “Tieni duro!”, in questo mondo straniero, vergato, rotondo che è degli umani, “Tieni duro!” I tuoi tacchi fanno risuonare i marciapiedi, la tua ombra troppo lunga, silenziosa ti segue, la durezza del selciato fa male alle ginocchia. Selciato tra l’essere umano e la terra, la terra e la notte…
Lì, all’inizio della salita, ti fermi a riprendere fiato. Sotto gli alberi di Giuda l’insonne cielo del nord… Come ferma davanti al planisfero che conosci a memoria: le linee rosso sangue delle frontiere, i paesi tutti colorati, l’oceano di un blu come nessun vero mare sarà mai…
Colmato col respiro della notte, alla fine ha raggiunto la sua forma reale e ti è stato restituito il mondo, di un colore misto di malinconia e libertà… Completamente straniero, completamente meraviglioso, splendido! Una umida notte cristallina, scintillante, inebriante. Riempie di un’oscurità brillante i tuoi occhi che hai svuotato come posacenere, di scintillii pericolosi molto simili al desiderio di morte… Vuoi che i tuoi passi ormai ti appartengano, vuoi conoscere segreti, entrare nei racconti, osservare miracoli… Soltanto questa volta, per una sola volta ciò che sempre fugge ti sta aspettando, quest’oscurità non ti rivelerà, tu vuoi fluire nella notte e mescolarti ad essa, sfidare le pietre, come una moscata liberatasi da una ragnatela, vuoi provare le tue ali a metà, andare cadendo e rialzandoti lungo valli di luce…
E cammini, nelle strade simili a lunghi corridoi che si aprono su stanze vuote, in mezzo a ombre straniere, corpi che si muovono nella semioscurità, richiami indistinti, sotto le luci della città che rendono più visibile il buio nella quale sono infilzate come pugnali… Sul selciato dove tutte le storie sull’essere umano si scontrano, trasformandosi in menzogna… Senza meta, senza scopo, senza confini, senza ieri e senza domani. La tua solitudine è come un abito che ti calza a pennello. Avanzi lungo i muri, spazzatura, marciapiedi, puntando gli occhi talvolta sulle persone, talvolta sul vuoto tra loro, rivolgendoti quando alla parola, quando al silenzio… Ormai il tuo sguardo si è abituato al buio, strappa una foglia in mezzo al fango, abbraccia un gattino, carezza un dorso inarcato per la paura, solleva il volto piegato in avanti di una ragazza perché i suoi occhi incontrino i tuoi o raggiungano l’orizzonte. Sembra che un guardiano abbia sbarrato tutte le porte, spento tutte le luci. Ma tu hai vagato tanti anni sulle palpebre chiuse del mondo, sei diventata immune alle porte.
Ecco la vita, la vita che fino a ora ti sei limitata ad ascoltare appoggiandoci sopra l’orecchio, è di fronte a te, distesa davanti al tuo sguardo, in attesa. Ma non sai con quali parole rivolgerti ad essa. Ti riempi di una speranza che non ha niente a che vedere con il futuro, una speranza nata dalla rabbia, dall’oscurità, dal desiderio di ribellarsi e scomparire. Tieni testa con passi decisi alla tua propria solitudine, alle moltitudini che sanno da dove vengono e dove vanno… Senza toccarsi gli uni con gli altri camminano per le stesse strade, aspettando alle stesse fermate, segnando le distanze in ogni luogo e in ogni modo, consumando piano la notte di cui si sono impossessati a un prezzo non troppo alto. Passi davanti alle vetrine, ti mescoli alle persone che si rifugiano sotto la luce nuda, ad ogni luce che riescono a trovare per sfuggire alla profondità dell’invisibile. Gli uomini parlano come se avessero vinto la più difficile guerra del mondo, prendendo continuamente la mira come cacciatori ciechi, le donne si tengono strette alle loro borse, alle monete, agli uomini, ad ogni cosa che le protegga dalla notte sinistra delle strade… Ti nutri di quelle parole lanciate a bocca piena che sbattono contro il tuo orecchio, come i gabbiani che si nutrono dei resti della città. Alle tue spalle scoppiano risate tracciando zigzag sotto i neon. Immersa nella tristezza di sentire che non ti trovano degna, poco a poco diventi invisibile, ti cancelli fino a trasformarti in uno sguardo.
E torni indietro. Come non sai perché ti sei messa in viaggio, non saprai mai neanche perché sei tornata. Nessuna voce ti ha chiamato, neppure il silenzio. Né ti ha fermato… Forse hai visto la notte per com’è come sotto una lente d’ingrandimento, piena di pustole, crepe e pieghe… Non è tua questa notte, non lo è mai stata. Forse è la paura di disperderti nella notte che ti ha affrancato dalla tua libertà, o la paura di addensarti e indurirti, di scurire come le pupille della notte. Oppure quello strano desiderio, che appare d’improvviso come fiori schiusi sulla superficie dell’acqua… Vuoi fermarti, restare accasciata lì, sul selciato bagnato, nelle strade vuote. A fianco di due anziani seduti spalla a spalla… Sono diversi come il giorno e la notte ma intuisci che sono fratelli. Uno è trasandato, robusto, dallo sguardo duro; il volto, a parte gli occhi che brillano come palle di fuoco nel buio, è ricoperto di barba. Vicino alla sua unica gamba, distesa sul marciapiede, allungata senza riguardi, quasi con orgoglio, ha posato un paio di grucce. L’altro è più minuto, con la barba bianca, appena rasata, è vestito con cura. Tiene chinato il volto, limpido come quello di un eremita, sta suonando il ney, senza staccare gli occhi dal suo strumento… La melodia che suona è monotona, spoglia, austera, selvaggia ma incredibilmente umana, sorprendentemente priva di rabbia. Resti immobile nel gelo della notte, come catturata dal suono strozzato, annebbiato del ney che traccia un grido solitario… Sembra che tu abbia smarrito tutte le strade, tutte le vie, città, mari…. Quanto devi avere smarrito nella tua breve vita, persino il perdere o il possedere. Raccogliendo gli ultimi soldi in borsa li lasci nel barattolo. Il mendicante zoppo, con una gioia infantile che non ti saresti mai aspettata da lui, ringrazia sentitamente. L’altro invece non interrompe la sua melodia. Ti chini ancora un po’ verso il suonatore anziano, ti accorgi che è cieco. Forse, questa melodia incompiuta passata di mano in mano nelle epoche antiche è ciò che ti insegna il significato della notte…
D’un tratto la nostalgia che ti assale è violenta come un crampo. Come un richiamo della carne che persino nel momento più silenzioso fa dimenticare tutti gli altri suoni… Acceleri sempre più, quasi scivoli sulle punte delle dita, torni con passi silenziosi. Ti manca una mano che carezzi i tuoi capelli intrisi nell’umidità della notte, un respiro che ci soffi dentro. Un respiro che ti scaldi, ti rianimi, ti faccia essere te, un altro sguardo che sollevi il tuo da terra e completi l’orizzonte. Quel solo sguardo che possa tracciare un orizzonte a tutte le strade che hai attraversato. Hai guardato abbastanza nel buio, tanto da vedere che oltre un orizzonte immaginario non c’è altro che il niente. Forse sei solo stanca, infreddolita. Vuoi toglierti la giacca in cui si è rifugiato l’odore della città, allungarti sulla poltrona che conosce la forma del tuo corpo, sorseggiare un tè caldo. E raccontare… Niente di affascinante o rabbrividente è successo nel tuo viaggio, non hai assistito né a un miracolo né a un crimine, eppure vuoi raccontare la notte dalla quale sei uscita e raccontandola, ricreare te stessa. Come tirare fuori dalle tasche una foglia infangata o un gattino e mostrarli… Raccogliere le voci disperse sul selciato, i ricordi, le immagini e trasformarli in memorie, in storie, in una biografia…
Orami hai perso abbastanza, tanto da vedere che neppure un passo appartiene soltanto a te, che non hai lasciato alcuna traccia sulla superficie di granito della notte, che puoi camminare verso il futuro soltanto per le vie di un altro corpo… Ormai hai abbastanza coraggio, tanto da dare un nome a quella mano e quel corpo… Soltanto quel nome può unificare il suono strozzato del ney con la sua melodia immortale, la storia degli alberi con quella delle persone, il profumo di un albero di Giuda appena schiuso con l’insonne cielo del nord, la notte di un cieco con la tua… Così come le donne riunite sotto le luci del neon si uniscono agli sguardi degli uomini. Dal tuo cuore viene fuori un’ancora, ti lancia nel mare blu brillante di risa e parole. La mano che guarisce le ferite che ti sei procurata, come la chiave che apre la porta chiusa, ti salva dall’oscurità del labirinto in cui erravi, dalla vera notte degli esseri umani, dal richiamo essenziale della melodia che lì, sui marciapiedi bagnati, ti ha intrappolato all’infinito… Davanti alla porta, rimani ferma con in mano il portachiavi a forma di conchiglia di mare. Inspiri il freddo della notte, per completare questo respiro rimasto a metà entri dentro. Ti accoglie il tuo volto allo specchio, il tuo volto simile alle notti bianche…
Se n’è andata. Ha spento nel posacenere la sigaretta fumata a metà, ha afferrato la sua sciarpa, la borsa rassettata in fretta e se n’è andata molto prima dell’alba. Un pacchetto di sigarette stropicciato, una tazza vuota nel caldo della stanza, frasi d’addio scocciate alla porta… Ultime e vuote frasi che avvolgono la sua presenza come un iceberg, per le quali ci vorranno anni prima che si fondano nella mente e trovino il loro reale significato… Così come un maglione si disfa col disfarsi di un solo filo, così si disfa la tua vita. Resti là, raggrinzita come una buccia vuota, tra la tua casa e la strada che non può trattenerti. E pensi che se anche qualcuno tornasse fra molti anni ti troverebbe esattamente lì, dove ti ha lasciata, sulla piccola, invalicabile soglia senza ritorno. Come l’ultima virgola di una frase incompleta,
Published May 09, 2023
© Specimen
Other
Languages
Your
Tools