From Taş Bina ve Diğerleri

Written in Turkish by Asli Erdoǧan

Add

Olgular açık, uyumsuz, kaba… Yüksek sesle konuşmaya hevesli. Dev taşlar gibi yıkılmış olguları, önemli şeylerle ilgilenenlere bırakıyorum. Beni çeken yalnızca aralarındaki mırıldanma. Belli belirsiz, saplantılı… Kayalar dolusu olguyu eşeleyerek elde edebileceğim bir avuç hakikatin —ya da eskiden öyle denirdi, şimdiyse bir adı yok— peşindeyim. Bir ışıltının ardından derinlere, en derinlere dalıp diplere ulaşır da geriye dönmeyi başarırsam, parmaklarımın arasından kayıp gidecek bir avuç kumun, kumların ezgisinin peşindeyim. “Gerçeği söylemiş olur gölgeden söz eden.” Hakikat, gölgelerle konuşur. Bugün taş binadan, yazının köşe bucak kaçtığı ya da güvenli bir mesafede durup sözcüklerin arkasından baktığı taş binadan söz edeceğim. Benim doğumumdan çok önce inşa edilmiş, bodrumu saymazsak beş katlı, girişinde basamaklar var.

İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle… Oysa sözcükler yalnızca başka sözcuklere seslenir. Bir “H” harfi alırsın, iki tane “A”, “Y’ ve “T”: HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanedeki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çamuru saf ölüme çevirmemek… Hayat, diye yazıyorum, bir soluktan çok derin bir iç çekmeyle, onu koparıp alabilenlerin. Dalından bir meyveyi, topraktan bir kökü koparırcasına… Sana kalansa, boş bir kabuğa kulağını dayadığında duyduğun uğultu. Hayat: İliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu.

Bir zamanlar gencecik bir çocuk şöyle demiş: Sen hayata rest çekmezsen, o sana çeker. Gözü kara bir çocuktu, bir karanlıkta ötekinin meleziydi, taş binayla çok erken tanışmıştı. Bir daha hiç korkmadı, ya o ilk korkusunu hep hatırladığından ya da unuttuğundan… O gün bu gündür yerli yersiz güldüğü söylenir.

Farz edin ki, taş binaya giden sokakta bir kahve, kahvenin önünde de yaz-kış bir adam var. (Binanın içinde dev bir avlu, avluyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel örgüler… Kimse kendini aşağı atamasın diye. Çünkü insan hayatı, taşlarda parçalanmayacak kadar değerli son bir-iki yüzyıldır. Dışındaysa döne döne beşinci kata dek yükselen bir yangın merdiveni. Geceleri, soluk ay ışığının altında basamakları tırmanan gölgeler belirir, ama kimsenin indiği görülmemiştir bugüne değin.) Hangi çağdan kaldığını kestiremediğiniz bir kalıntı gibi hep oradadır, kaldırımlarda… Bulabildiğinde gazetelerin, kartonların, mukavvaların üzerine oturur. Yanı başında boş şişeler, yemek artıkları, kusmuk, idrar birikintileri görmek mümkündür. Ay yüzeyi gibi pürtüklü, derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü, hiçbir sırrını, yaşını dahi ele vermez. Ama bu yara izini, yer yer içeri goçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dolanıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendinizi. İnsanların değil, rüzgârın ve ay ışığının, taşların diliyle konuşan bir uçurum. Adını sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona alfabenin ilk harfini verebilirsiniz: A.

Bu kahvenin müşterilerinin hayatı öylesine yalın, öylesine sıradandır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, zorlama, cilalı bırakır. Zaten kimse uzun uzun kendini anlatmaz burada, anlatsa da dinleyen birini bulamaz. Bu kahvenin müşterileri, tıka basa dolu da olsalar, yıkımla, yenilgiyle, aşağılanmayla, insanların özünde iyi olduğuna inanırlar, fakat yeryüzünde neden bu denli kötülük olduğunu bir türlü açıklayamazIar. Her biri kendince dünyayla, ‘dünya’ dediği yoksullukla, yoksunlukla, hayal kıriklığıyla kapışmıştır, olabildiğince, kendi bildiğince… Yumruklarını sıkarak, söverek, alttan alarak, çalarak, çabalayarak, hepsinden çok, yetinerek… Çok da fazla seçenek yoktur aslında. Ama cehennem bile o kadar kötü değildir bazen, orada bile bir bardak çay, kurulacak, sahip çıkılacak bir köşe bulunur, dostça bir el, bir gülümseme, tanıdık bir ezgi.

Farz edin ki, tabelasız kahvenin karşısında, müdavimlerinin dışında pek az kişinin kabul edildiği, iş bilir görevlilerin sabaha dek kapıda durup sarhoşları, olay çıkaranlari taksiye bindirdiği bir bar var. Bu barın gediklileri içinse, karşıdaki hayatlar, günün birinde anlatmak istedikleri birer öyküdür. İnsan üzerine bir öykü kurgulamaya giriştiklerinde… (Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?) Kekremsi bir ölüm tadı bırakır damaklarında. Bu kokuşmuş düzenden, sistem denilen bunca pislikten, ruhlarının saat gibi kurulu labirentlerinden usandıklarında, son bir umutla, gözlerini sokağa çevirirler. Parlak camda yansıyan imgelerinin ardında beliren, yarı-karanlık, suskun, kestirilemez arka sokaklara… Avlulara, bodrumlara, tünellere, özgürlük hayaletinin zincirlerini şakırdata, şakırdata dolaştığı gizli dehlizlere… Kendilerininmiş gibi hissettikleri o sokaklardan fazlaca gürültülü adımlarla, derin izler bırakarak geçerler, başkalarının süpürdüğü, merdivenlerden aşağılara iner ve çıkarlar. Düşkünlük, kendilerine zaman zaman tanıdıkları bir hak, alçaklık, tadında bırakılinca keyfini çıkardıkları bir ayrıcalıktır. Hem kim istemez ki serüven ve mücadele dolu bir hayatı? Üstelik onlar, Titanlar kadar ağır bedeller ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir. Kıyasıya vuruşmaktan, kavgaya tutuşmaktan, risklere atılmaktan hiç çekinmemişlerdir. Herhangi bir karşılık beklemeden sözcüklerini sunmuşlardır bu aldırışsız dünyaya, içlerinde kendi yansımalarını görebildikleri koca koca, büyük harfli sözcüklerini… Arka sokaklardan yeterince umutsuzluk devşirdiklerinde, birbirine benzeyen yeterince öykü, suç, günah, itiraf, kendi yazgılarına bıraktıkları yerden geri dönerler. İyinin ve kötünün ötesine geçip insan özgürlüğünün cehennemini kurgulamak için…. Mutlak iyiden ve mutlak kötüden uzakta, ortalamaların güvenli uzaklığında… Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi.

Kahvedekilerse cehennemi bilirler, adını koymasalar da… “Özgürlük” onlara tellerle çevrili avluyu hatırlatır. “İnsan” denince… İnsan daha ilk çığlığından “insan” olarak doğmaz mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi daha da güçtür.

A.’ya gelince… Kimsenin dikkatini çekmez. Boş bir çuval gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suratına çarptığı bütün kapıların önüne serildiği gibi. Bütün sokaklar onundur, ama o hiçbir yere gitmez. İçerideki bir şeye —belki sobaya, belki televizyona— sevdalanmışçasına… Baka baka eskittiği bir şeye… Kirli cam, varlığının görüntüsünü yansıtır. Lekeli, çok lekeli… Onun varlığı, insan üzerine uzun bir şiirdir.

Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam, kabarır, gecemsi bir kahkahaya dönüşür. Katıla kanla güler, gülmekten yere devrilir, tekrar kalkar, bir türlü kendini tutamaz, gülmeye devam eder. Deliliğin sisli halesi onu soğuktan, acıdan, tokatlardan korumasa da, taş binanın ilk anılarından korur. Dayak yerken bile güldüğü söylenir, sanki doğduğundan beri hiç ağlamamıştır. (Ne de olsa, hüzün herkesin sahip olamadığı bir lüks.) Dünyayı anlamaya çalışmaz — sanırım onun adına ben yelteniyorum buna. Öfkelenmez de… Pis suya atılmış bir sünger kadar içindedir dünyanın. Dünya da onun… Bakışlarının altında eskir, yıpranır, içi oyulur, saf çamura dönüşür. Hem ‘dünya’ dediğin nedir ki, camda beliren bulanık bir imgeden öte! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir. Biraz sen konuş A., gölgeni esirgeme sözden. Yeterince gölge ver ona, gölgelerin ağırlıyla bütün gerçeği söylet!

Şimdi gülmemi erteleyip sizi taş binaya götüreceğim. Köşeyi dönünce kendinizi bir çıkmazda sanacaksınız ama yol tam merdivenlerin önünden sola kıvrılır. Bu noktada durup insanların dünyasıyla vedalaşacaksınız. Sizi buraya getiren yol, bir daha geri götürmeyecektir. İçeride gece gündüz ışık yanar, çığ, insafsız ışığın altında her şey, herkes kendi gölgesine eşitlenir. Kısacık bir yanıt olup çıkar sorulacak bütün sorulara, birkaç cümleyle özetlenen bir yazgı. Bir itiraf. Saat başı koparılıp alınan bir itirafa dönüşür. İnsan: en eski bilmece, konuşan madde.

Bir zamanlar birini sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti. Bırakacak başka kimsesi olmadığı için. Sevmek… Yüreğin döküp saçtıklarını, bunca karanlığı eşeleye eşeleye bulduğum bir sözcük. Kimse bana “Herkes sevdiğini öldürür” dememişti ki! Taş binada birlikteydik. Sesleri dinledim, dinledim, bekledim. Sıra bana geldiğinde, henüz gün doğmamıştı.

Bana inanmıyor, taş binayı benim bir düşüm sanıyorsunuz, değil mi? Ama zaten bizler, düşlerin mayasından yaratılmadık mı? Eninde sonunda şafak söker, kan kırmızı izler belirir doğu ufkunda… Gergin, donuk, yamyassı gökyüzünde katılaşır kalır yıldızlar, teker teker görünmeze dağılır. Sonuncu yıldız bir ip sarkıtır, aşağılara, bizlere doğru. Susmuş gecenin, ikiye yarılmış, kan içindeki sözcuklerin, ele verilmiş, sahipsiz gölgelerin, kimsenin istemediği yürek rengi düşlerin, kanatlanmış ölülerin tutunup tırmanabileceği… Aramızda yaşamaya gelmiş, vedalaşamadan dönüp gitmiş bütün düşlerin derinlere tırmanabileceği… İçinde herkesin, her şeyin kaybolduğu en derinlere…

Beni duymuyorsunuz, değil mi? Belki geçmiş zamanda anlatmamalıydım. Şarkıya gene yanlış yerden, yanlış perdeden girdim.

Published December 12, 2019
Excerpted from Asli Erdoǧan, Tas Bina ve Digerleri, Everest Yayınları 2016.
© Asli Erdoǧan 2009

From Stone Building

Written in Turkish by Asli Erdoǧan


Translated into English by Sevinç Turkkan

The facts are obvious, contradictory, coarse… And blaring. I leave the facts, like a mound of giant stones, to those who busy themselves with important matters. What interests me is the murmur among them. Indistinct, obsessive… Digging through the rock pile of facts, I’m after a handful of truths — or what used to be called that, these days it doesn’t have a name. Lured on by a flickering light, what if I were to dive deeper and deeper, if I could reach the bottom and make it back — I’m after a handful of sand, the song of the sand that slips through my fingers and disappears. “Those who speak of the shadow, speak the truth.” Truth speaks through shadows. Today, I will speak of the stone building, the one that the narrative has avoided at all costs, or at least kept at a safe distance, looking out at it from behind words. Constructed long before I was born, it’s five stories tall, if we don’t count the basement, and there are steps leading up to the entrance.

One must write with the body, with the naked defenseless body beneath the skin… Yet, words only call out to other words. You take the letters “L” and “F,” a couple of vowels. “l” and “E,” and you write: LIFE. The only key is not to confuse the order. Misplace a letter and you turn the living clay into simple inert matter — as the legend goes… like in the legend… Life, as I write it, belongs to those who can grab it, with a deep sigh, nor with a mere breath. Like plucking a fruit from its branch, a root from the earth… As for you, what’s left is bur an echo, like the hum of waves that you hear when you hold an empty shell to your ear. Life: a word imbibed and consumed down to its very marrow; the hum of a wave of quiet grief, an oceanful of waves.

A young boy once said,”Better to outdare life before it outdares you.” He was a reckless soul, a cross of one kind of darkness with another, he had come to know the stone building too early in life. He was never afraid again, either because he remembered that first fear forever or because he forgot it altogether… Ever since, they say, he laughs for no apparent reason.

Suppose, on the street leading to the stone building, there’s a coffeehouse, and in front of it, winter or summer, a man. (Inside the building, a vast courtyard, surrounding the courtyard, staircases with wire mesh reaching high overhead… To keep people from jumping. Because for the past century or two, human life has become too precious to be hurled against the stones. And outside the building, spiraling up to the fifth floor, is a fire escape. At night, under the pale moonlight, shadows appear, climbing up the stairs, but, to this day, no one has been seen climbing down.) The man, like a relic from some forgotten era, is always there, on the sidewalk… When he can find them, he sits on newspapers, cartons, cardboard boxes. Around him, you can see empty bottles, food scraps, vomit, puddles of piss. His face, divided into uneven halves by a deep scar, as pitted as the surface of the moon, reveals nothing, not even his age. Still, if you follow the scar like a mountain path over his battered skull, you will arrive at the melancholy hollows of his eyes and find yourself standing at the edge of an abyss. One that speaks not in a human tongue but in that of the wind, moonlight, and rocks. Because you cannot dare ask for his name, you assign to him the first letter of the alphabet: A.

The coffeehouse regulars lead such simple, ordinary lives that any attempt to describe them ends up sounding artificial, forced, exaggerated. In any case, no one here talks about himself much, and even if he did, nobody would listen. Although they’ve had more than their share of calamity, failure, and humiliation, the regulars still believe that humans are naturally good, though they can’t quite explain why there is so much evil on this earth. Each one, in his own way, has come to grips with life — with poverty, with privations, with disappointments called “life”. By clenching their fists, by cursing, by humoring each other, by stealing, struggling, and above all, simply by making do… Truth be told, they don’t have many options. Still, even Hell isn’t so bad all the time — even in Hell there’s a cup of tea, a corner one can claim as one’s own, a friendly gesture, a smile, a familiar song.

Suppose there’s a nameless bar across from the coffehouse where only an exclusive few are allowed entry, where experienced bouncers stand at the door until dawn, showing the drunks and troublemakers to their taxicabs. For the bar’s regulars, the lives across the street are stories they’d like to tell one day. Each time they begin inventing a human story… (isn’t the art of story-telling, in a way, the art of stirring coals without burning your fingers?). . . it leaves behind the bitter taste of death. When they grow weary of this rotten system — the heap of filth that passes for a system — and of the clockwork labyrinths of their souls, they look outward with one final hope. Past their own reflection on the bright window, to the shadowy, silent, indistinct alleyways… the court-yards, coal cellars, tunnels, secret passageways where the ghost of freedom roams, rattling its chains… They walk as if the streets belong to them, with noisy footsteps, leaving deep footprints, going up and down stairwells swept clean by others. Sometimes they feel entitled to what they desire; at other times, they enjoy the privilege of cruelty, so long as it’s not overdone.

After all, who would turn down a life of adventure and strife? Besides, they’ve paid a princely sum, endured plenty of loss. They’ve never hesitated before coming to blows, fighting the fight, looking danger in the eye. They’ve spoken out — with giant capital-letter words in which they could see their own reflection — yet they’ve expected nothing in return from the indifferent world. When they’ve had their fill of despair, of stories, crimes, sins, confessions — each one the same as any other — they leave the back alleys behind and revert to their destiny, picking up where they left off. To invent the hell of human freedom — moving beyond good and evil… far from absolute good and absolute evil, in the comforting safety of mediocrity. After all, every human life is a defeat, but some defeats are more spectacular than others.

Those at the coffeehouse know this hell intimately, even if they don’t give it a name… “Freedom” reminds them of a yard fenced with wire mesh. As for being “human”… Isn’t one born a “human” with the sound of the very first cry? Still, it’s difficult to bear being human, even more difficult to be no more than that.

As for A… No one notices him. He lies in front of the window like an empty sack, as he does in front of every door the world slams in his face. The streets belong to him, but he goes nowhere. As if he’s captivated by something inside — maybe the stove, or the Tv… Something he has worn out by staring at it… The dirty window reflects back a picture of his existence. Tainted, very tainted… His existence is a long poem about being human.

Sometimes, what little life is left in him, that tiny spark, blazes unexpectedly, and turns into an outburst of dark laughter. Wave after wave of uncontrollable laughter making him keel over in convulsions; he manages to raise himself, but, unable to stop, keeps on laughing. The hazy halo of madness can’t protect him from cold, pain, hard knocks, but it does protect him from the earliest memories of the stone building. He is known to laugh even when he gets a beating, as if he hasn’t cried since the day he was born. (After all, sadness is a luxury not everyone can afford.) He makes no attempt to understand the world — I think I try to do that for him. He doesn’t get angry either… He is in the world like a sponge thrown into dirty water. And the world is in him. . . Caught in his gaze, it wastes away, is hollowed out, turns to simple clay. Well, what is this thing called “life,” other than a murky image on the windowpane! Tainted, very tainted, a long poem on nothingness. Speak a little A., withhold your shadow from the words. Give them enough shadow, make them speak the whole truth with the weight of shadows!
I will now defer my laughter and take you to the stone building. When you turn the corner, you’ll think you have come to a dead end but the path curves left just in front of the stairs. You will stop there and bid farewell to the world of humans. The path that brings you here will never take you back. Inside, lights are on, day and night; in the stark, ruthless light, all forms — inanimate or human — and their shadows become equal. A fate summarized in a few sentences ends up being the succinct answer one gives to all possible questions. A confession. A confession extracted every hour on the hour. Human: the oldest riddle, matter that speaks.

I loved somebody once. He left his eyes with me. Since he had no one else to leave them with, Love. A word I found by digging through what spills over from the heart, through so much darkness. Nobody had told me “Everyone kills the one they love”! We were together at the stone building, I listened to the voices, listened and waited. When it was my turn, the sun had not yet risen.

You don’t believe me, you think I saw the stone building in my dreams, don’t you? But aren’t we all created from the yeast of dreams? Sooner or later, the day breaks, blood-red streaks appear on the eastern horizon… Stars harden in the taut, motionless sky, dispersing one by one into the unseen. The last star lets a rope down, toward us, so that the silent night, the slit and bloodied words, the dispossessed shadows, the impassioned, unwanted dreams, the winged dead, might grab onto it and climb up… so that all the dreams that came to live among us and left without goodbyes, might climb to the furthest reaches of the sky where everyone and everything disappears…

You don’t hear me, do you? Perhaps I shouldn’t have told this story in the past tense. I began the song in the wrong place again, and in the wrong key.

Published December 12, 2019
Excerpted from Asli Erdoǧan, The Stone Building and Other Places, City Lights Publishers, San Francisco 2018.
© Asli Erdoǧan. Courtesy of the author and of City Lights Publishers 2018

From Il palazzo di pietra

Written in Turkish by Asli Erdoǧan


Translated into Italian by Anna Valerio

I fatti sono ovvi, contraddittori, grezzi… impazienti di parlare a piena voce. Lascio i fatti, ammassati come un cumulo di pietre enormi, a chi si occupa di cose importanti. A me interessa solo il mormorio fra di loro. Indistinto, ossessivo… Scavo nella montagna di fatti, sono alla ricerca di una manciata di verità, in passato si chiamava così, oggi forse non ha un nome. È come se, inseguendo un bagliore, mi immergessi sempre più in profondità, e raggiunto il fondo riuscissi anche a tornare indietro – sono alla ricerca di una manciata di sabbia, della melodia di quella sabbia che scivolandomi fra le dita scomparirebbe. “Coloro che parlano di ombra, dicono la verità”. La verità parla con le ombre. Oggi parlerò del palazzo di pietra, di quel palazzo di cui non si scrive o che si guarda da dietro le parole tenendosi a una distanza di sicurezza. Fu costruito molto prima della mia nascita, se non si conta il seminterrato, ha cinque piani e ci sono dei gradini all’entrata.

Si deve scrivere con il proprio corpo, un corpo nudo e indifeso sotto la pelle… benché le parole, diano voce solo ad altre parole. Se prendiamo una “V”, un paio di vocali, “I” e “A”, e una “T”, scriviamo la parola VITA. Il segreto è non cambiare l’ordine delle lettere. Come per le favole, non bisogna sbagliare nemmeno una lettera o l’argilla vivente si trasforma in semplice materia inerte… Scrivo vita per coloro che riescono ad afferrarla con un sospiro profondo e non con un semplice respiro. Come quando si strappa un frutto dal ramo, una radice dalla terra. Quanto a quel che rimane a te, è solo il rumore di una conchiglia vuota quando la avvicini all’orecchio. Vita: una parola penetrata fin dentro il midollo, il rumore della sofferenza, il rumore dell’oceano.

Una volta un giovane disse: «Se non tieni testa alla vita, sarà lei a tenere testa a te.» Era un incosciente, si confondeva con le ombre, aveva conosciuto molto presto il palazzo di pietra. Non ne era più spaventato, forse perché aveva sempre in mente il ricordo della prima paura o forse perché l’aveva ormai dimenticata. Si dice che da allora rida senza motivo.

Immaginate che sulla strada che porta al palazzo di pietra ci sia una caffetteria e davanti a questa, sia d’inverno che d’estate, ci sia un uomo. (All’interno del palazzo, un cortile enorme e sulle scale intorno al cortile, delle reti di fil di ferro più alte di una persona… affinché nessuno possa buttarsi. Negli ultimi due secoli, la vita delle persone è diventata troppo preziosa perché si spezzi su delle pietre. All’esterno, una scala antincendio che va su a chiocciola fino al quinto piano. Di notte, sotto la luce pallida della luna, si distinguono delle ombre che salgono gli scalini, ma fino a oggi nessuno è stato visto scendere). È sempre lì sul marciapiede come i resti di un passato non ben definito. Se ne sta seduto sui giornali o sui cartoni che riesce a trovare. Intorno, bottiglie vuote, avanzi di cibo, vomito, pozze di urina. Il volto, diviso in due metà irregolari da una ferita profonda e butterato come la superficie della luna, non rivela niente, nemmeno l’età. Tuttavia, se seguite la ferita da una parte all’altra del cranio, come se steste seguendo un sentiero di montagna, dopo aver vagato attorno alle cavità dei suoi occhi desolati e malinconici, vi ritroverete sull’orlo di un abisso. Un abisso che non parla la lingua degli uomini, ma quella del vento e della luce della luna, e delle pietre. Siccome non avrete il coraggio di chiedergli il nome, lo potete chiamare con la prima lettera dell’alfabeto: A.

La vita dei clienti di questa caffetteria è così semplice e ordinaria che nel tentativo di raccontarla le parole suonerebbero artificiali, forzate, lavorate. Ad ogni modo, nessuno parla troppo di sé qui e se anche lo facesse non troverebbe nessuno ad ascoltarlo. Sebbene devastati, sconfitti e umiliati, i clienti di questo locale credono che le persone siano buone per natura, eppure non sono in grado di spiegare in nessun modo perché sulla terra ci sia tanta malvagità. Ognuno di loro, a modo proprio, per quanto sia possibile e per quello che sa… ha fatto i conti con il mondo, con povertà, privazioni, delusioni chiamate «mondo». Serrando i pugni, imprecando, indulgendo, rubando, lottando e soprattutto accontentandosi… in effetti non hanno molta altra scelta. Talvolta però, nemmeno l’inferno è poi così male. Persino lì si riesce a trovare una tazza di tè, un angolo da reclamare, una mano amica, un sorriso, una melodia familiare.

Immaginatevi un bar senza insegna, di fronte alla caffetteria, in cui sono ammesse solo poche persone e dove abili buttafuori, in piedi davanti alla porta fino al mattino, mettono sui taxi gli ubriachi e i piantagrane. Per i clienti del bar, le vite di fronte sono storie che un giorno vorrebbero raccontare. Ogni volta che cominciano a inventare una storia sulle persone… (l’arte di narrare storie, non è un po’ come l’arte di rigirare il carbone senza bruciarsi le dita?) rimane un sapore amaro di morte. Quando ne avranno abbastanza di questo ordine che sa di putrefazione, di questo lerciume che chiamano sistema, delle loro anime, intricate come il meccanismo di un orologio, volteranno lo sguardo alla strada con un’ultima speranza. In cerca della loro immagine riflessa su un vetro lucido, si volteranno verso strade secondarie semibuie, silenziose, indistinte… cortili, piani sotterranei, gallerie, rifugi segreti dove i fantasmi della libertà vagano facendo tintinnare le loro catene… cammineranno con passo rumoroso su quelle strade come se fossero le loro e lasciando impronte profonde andranno su e giù dalle scale che altri hanno spazzato. A volte, un loro desiderio è un diritto da soddisfare, altre volte la cattiveria è un privilegio da godere, ma senza esagerare. E chi rifiuterebbe una vita da combattente piena di avventure? Oltretutto hanno pagato somme titaniche e subito ingenti perdite. Non si sono mai tirati indietro senza darle di santa ragione, senza prendersi a botte, senza guardare il pericolo negli occhi. Hanno fatto sentire la loro voce al mondo indifferente con parole scritte in grande nelle quali potevano vedere i loro riflessi e senza pretendere nulla in cambio… Dopo aver raccolto a sufficienza disperazione, storie, crimini, peccati, confessioni che si assomigliano tra loro, tornano al loro destino, là dove l’avevano lasciato. Per realizzare l’inferno della libertà umana vanno oltre il bene e il male… lontano dal bene assoluto e dal male assoluto, in una posizione sicura di mediocrità… Alla fine, ogni vita è una sconfitta, ma alcune sono sconfitte più grandiose.

Quelli della caffetteria conoscono l’inferno, anche se non gli danno un nome… “libertà” rievoca in loro un cortile circondato da una rete di metallo. Quanto alla parola “essere umano”… uno non nasce essere umano quando emette il primo vagito? È difficile però sopportare il peso di essere una persona e ancora più difficile è accontentarsi di essere solo quella.

Tornando ad A. … non attira l’attenzione di nessuno. Se ne sta lì davanti alla finestra come un sacco vuoto, così come se ne sta davanti a ogni porta che il mondo gli sbatte in faccia. Tutte le strade sono sue, ma lui non va da nessuna parte. È come se fosse attirato più da qualcosa negli interni – come una stufa, un televisore… qualcosa che ha consumato col suo sguardo insistente… Il vetro sporco della finestra riflette l’immagine della sua esistenza. Macchiata, disonorata …la sua esistenza è una lunga poesia sull’essere umano.

A volte, inaspettatamente, un sussulto di vita residuo cresce trasformandosi in una risata cupa. Si spancia dalle risate, cade a terra, si rialza, non riesce a trattenersi, continua a ridere. L’aura caliginosa della pazzia non lo salva dal freddo, dal dolore, dagli schiaffi, ma lo protegge dal primo ricordo del palazzo di pietra. Si dice che rida anche quando viene picchiato, sembra che non abbia mai pianto da quando è nato. (Dopotutto la tristezza è un lusso che non tutti possono permettersi). Non fa nessuno sforzo per capire il mondo, forse ci sto provando io per lui. Non si arrabbia neanche…sta al mondo come una spugna buttata nell’acqua sporca. E anche il mondo è dentro di lui… Con lo sguardo fisso invecchia, deperisce, si svuota, diventa semplice argilla. E il “mondo” altro non è che un’immagine offuscata riflessa su un vetro! Macchiata, disonorata, una lunga poesia sull’inesistenza. Parla un po’ tu A., non sottrarre la tua ombra alle parole. Dai loro abbastanza ombra, fai dire loro tutta la verità con il peso delle ombre.

Mi lascerò andare alle risate dopo, adesso vi condurrò al palazzo di pietra. Appena girato l’angolo crederete di trovarvi in una via senza uscita, ma proprio davanti alla scala la strada gira a sinistra. Vi fermerete in quel punto e direte addio al mondo degli umani. La strada che vi ha condotto qui non vi riporterà mai più indietro. Dentro, le luci sono sempre accese, giorno e notte; sotto la luce nuda e spietata ogni cosa e ogni persona diventano uguali alla propria ombra. Un destino riassunto in poche frasi è la risposta breve a tutte le domande che verranno fatte. Una confessione. Ogni ora che passa, una confessione strappata. Una persona: l’enigma più antico, materia che parla.

Una volta mi innamorai. Mi lasciò i suoi occhi e se ne andò. Non avendo nessun altro a cui lasciarli. Amare…una parola che ho scoperto a forza di scavare in quello che stilla dal cuore, una così grande oscurità. Nessuno mi aveva detto “tutti uccidono quello che amano”! Eravamo insieme nel palazzo di pietra. Ascoltai le voci, ascoltai e aspettai. Quando venne il mio turno, il sole non era ancora sorto.

Non mi credete, pensate forse che il palazzo di pietra sia frutto dei miei sogni? Ma dopotutto non siamo stati tutti creati da un sogno? Prima o poi, il giorno ha inizio, striature rosso sangue compaiono all’orizzonte… Le stelle immobili nel cielo inquieto e marmoreo si disperdono una a una nell’invisibile. L’ultima stella lascia cadere una corda, giù verso di noi. E così, la notte silenziosa, le parole lacerate e insanguinate, le ombre tradite e abbandonate, i sogni appassionati e rifiutati, i corpi esanimi alati, afferrandola possono arrampicarsi… e tutti i sogni che sono venuti a vivere tra di noi e ci hanno lasciato senza salutarci possono arrampicarsi fino al punto più alto nel cielo… quella profondità dove tutto e tutti scompaiono…

Non mi sentite, vero? Forse non avrei dovuto raccontare questa storia al passato. Ancora una volta ho cominciato la canzone nel punto sbagliato, con il tono sbagliato.

Published December 12, 2019
© Asli Erdoǧan 2009
© Specimen 2019


Other
Languages
Turkish
English
Italian

Your
Tools
Close Language
Close Language
Add Bookmark